![]() |
| DAİLY TELEGRAPH'IN YAZI İŞLERİ. ORTADAKİ MASA YAZI İŞLERİ MASASI. (KADRİ GÜRSEL'İN OBJEKTİFİNDEN) |
Milliyet Gazetesi’nden Kadri Gürsel, Daily Telegraph’a gitti ve yeni
dönem gazeticilik ile izlenimlerini paylaştı. Her medya çalışanının okuması
gereken bir yazı... Gazetecilik nereye gidiyor. Daily Telegraph’ın yazı işleri
masası neden yüksek ve sandalye yok. Artık özel haberler bile gazeteye saklanmıyor.
Direkt internete veriliyor. Gürsel’in ‘insanlık dışı’ diye tanımladığı yazı
işleri toplantı masası ve medyanın yeni çalışma düzeni ile ilgili çarpıcı
yazısı haberin devamında...
Kadri
GÜRSEL/MİLLİYET
Yeni medyanın
yazıişleri masası
Hayatımdaki en
“insanlık dışı” toplantı masasını geçen hafta, Maastricht merkezli “Avrupa
Gazetecilik Merkezi”nin basın özgürlüğü konulu bir seminerine katılmak için
gittiğim Londra’da gördüm. İngiltere’nin “kaliteli medyası”ndan The Daily
Telegraph’ın şehir merkezindeki yeni binasında, birkaç bin metre kareye
yayıldığını sandığım tek hacimli devasa bir ofis alanının ortasına
yerleştirilmişti.
“Telegraph”ın yayın yönetmeni ve editörleri mutat toplantılarını bu beyaz oval masanın etrafında yapıyorlardı.
Bulunduğum asma kattan bakınca, masanın etrafında birkaç kişinin yüzleri birbirlerine dönük biçimde ayakta durduğu dikkatimi çekti. Toplantı yapıyor olmalıydılar, ama oturmadan... Bir koltuk çekip otursalar masa çenelerinin hizasına gelir ve o noktadan birbirlerinin sadece kafalarını görürlerdi. Çünkü bu masanın yerden yüksekliği, ortalama uzunluktaki bir insanın göğüs altı hizasına gelecek kadardı. Adı “masa” olan herhangi bir ofis mobilyasından epeyi yüksekti yani...
Ayakta durmaktan yorulduğunuzda, vücut ağırlığınızın bir kısmını dirseklerinizi dayamak suretiyle masaya aktarıp ancak bir miktar dinlenebilirdiniz.
Peki, Telegraph’ın yeni ofis ortamının mimarları neden böyle, çevresinde oturulamayan bir toplantı masasını layık görmüşlerdi editörlere?
Rahat koltuklarda gevezelik yapmasınlar, “geyik”le vakit öldürmesinler, ayakta durup yorulana kadar sadece haber konuşsunlar ve sonra hemencecik ofiste oturabilecekleri yegâne yere, yani işlerinin başına dönsünler diye...
Sözde “verimlilik odaklı” bir masa... Hayvan çiftliklerindeki düzeni andırıyor.
Bir yönüyle, bu masadan neo-liberal bir zihniyet yansıyor. Geleneksel olarak “Tory”leri, yani Muhafazakâr Parti’yi ve onun sağ kapitalist ideolojisini desteklediği için adı “The Daily Torygraph”a çıkmış Telegraph’a bu masa tabiatıyla uygun düşer.
Diğer yönüyle de bu masa aslında yerleşik medyanın yeni iletişim teknolojileri karşısında duçar olduğu derdi sembolize ediyor. Dünyanın hızla değişen medya ortamında “ayakta durma” çabası...
Ayakta kalabilen kalır, kalamayan gider.
Ya ayaktasınız, ya da hiçbir yerdesiniz.
Bakın şu satıra kadar “gazete” sözcüğünü özellikle kullanmadım. Çünkü ziyaret ettiğim “Telegraph” aslında bir “gazete merkezi” değildi, 24 saat aktif bir “multi-platform”du.
Artık muhabir ve editörlerin aynı anda hem gazeteci, hem internetçi, hem de görsel-işitsel medya habercisi oldukları bir mecralar bileşeninden söz etmek gerekiyor.
O masa ki ona da masadan ziyade “platform” demek daha doğru, gazetenin değil, bu mecralar bileşeninin merkezini oluşturuyor.
Telegraph’ın devasa “haber merkezi”nin fotoğrafını çektim ve “tweet”ledim. Merak edenler @KadriGursel adresinden bakabilir.
Fotoğrafta habercilerin, bir dairenin çevresinden dikey açıyla bir ok gibi merkezdeki o “masa-platform”a uzanan “desk”lerde yan yana dizilerek oturduklarını göreceksiniz. O desk dizilerinin her biri, birer çoklu haber servisi aslında ve editörleri de okun başında, yani ucube masaya en yakın yerde oturuyor. Toplantı yapmak gerekiyorsa kalkıp iki adım ötedeki masanın etrafında konuşuyorlar ve sonra servislerinin başına dönüyorlar.
Ortama rahatsız edici bir sessizlik hâkim.
Dairenin dış halkasında çepeçevre ses kayıt ve multi-medya stüdyoları, toplantı salonları, güvenli telefon konuşmalarının yapıldığı küçük odalar var. İngiliz medyasının prestijli üyesi The Guardian’ı da ziyaret ettim. Telegraph’daki ayaküstü masası örneğindeki kadar radikal olmasa bile orada da benzer bir reorganizasyon söz konusuydu.
Guardian’daki modelin bir özelliği şu: Muhabirin yazdığı haber atlatma bile olsa önce gazetede çıksın diye bekletilmiyor. Haber anında web sitesine konuluyor; ardından takip eden günün gazetesinde artık bayatlamış bile olsa yer alıyor.
“Neden gazetenin satışını olumsuz etkileme pahasına böyle yapıyorsunuz?” diye sordum... “Özel haberi gazeteye saklasak bile durum değişmiyor çünkü gazete satışlarındaki düşüş artık istikrar kazandı” dediler. Önceliği internete veriyorlar.
2009’da ortalama 358 bin satan The Guardian, 2010’da 300’e, 2011’de 280’e ve içinde bulunduğumuz yılda da 215 bin ortalamasına gerilemiş.
Büyük Britanya’da gazete satışlarındaki tepetaklak gidiş sistemik ve kimse birkaç yıl sonraki durumun neye benzeyeceğini bilemiyor. Bu yazıda aktarmaya çalıştığım modellerin de geçici ve deneysel olduğunun herkes farkında.
Ada’yı sarsan telefon dinleme skandalı ve Wikileaks belgeleri örneklerinde olduğu gibi rekabetçi ve ciddi habercilik yapma azmini sürdüren The Guardian’ın belki daha az tedirgin olmaya hakkı vardır...
Ama herkes orada yaşamak için yeni teknolojilerin ters akıntılarına karşı inat ve hırsla yüzmeyi sürdürmek gerektiğini biliyor. Orada, ihtiyacı olan oksijeni özgür medya ortamından alan iyi gazeteciliğin, diri ve sağlıklı bir balık gibi yüzerek bunu başarma şansı tabii ki daha fazla.
Burada ise iktidar medyası, yemi elden verilen akvaryum balıklarını andırıyor; öteki medya da oksijensiz bırakıldığı için akıntıya karşı yüzecek mecalden yoksun.
“Telegraph”ın yayın yönetmeni ve editörleri mutat toplantılarını bu beyaz oval masanın etrafında yapıyorlardı.
Bulunduğum asma kattan bakınca, masanın etrafında birkaç kişinin yüzleri birbirlerine dönük biçimde ayakta durduğu dikkatimi çekti. Toplantı yapıyor olmalıydılar, ama oturmadan... Bir koltuk çekip otursalar masa çenelerinin hizasına gelir ve o noktadan birbirlerinin sadece kafalarını görürlerdi. Çünkü bu masanın yerden yüksekliği, ortalama uzunluktaki bir insanın göğüs altı hizasına gelecek kadardı. Adı “masa” olan herhangi bir ofis mobilyasından epeyi yüksekti yani...
Ayakta durmaktan yorulduğunuzda, vücut ağırlığınızın bir kısmını dirseklerinizi dayamak suretiyle masaya aktarıp ancak bir miktar dinlenebilirdiniz.
Peki, Telegraph’ın yeni ofis ortamının mimarları neden böyle, çevresinde oturulamayan bir toplantı masasını layık görmüşlerdi editörlere?
Rahat koltuklarda gevezelik yapmasınlar, “geyik”le vakit öldürmesinler, ayakta durup yorulana kadar sadece haber konuşsunlar ve sonra hemencecik ofiste oturabilecekleri yegâne yere, yani işlerinin başına dönsünler diye...
Sözde “verimlilik odaklı” bir masa... Hayvan çiftliklerindeki düzeni andırıyor.
Bir yönüyle, bu masadan neo-liberal bir zihniyet yansıyor. Geleneksel olarak “Tory”leri, yani Muhafazakâr Parti’yi ve onun sağ kapitalist ideolojisini desteklediği için adı “The Daily Torygraph”a çıkmış Telegraph’a bu masa tabiatıyla uygun düşer.
Diğer yönüyle de bu masa aslında yerleşik medyanın yeni iletişim teknolojileri karşısında duçar olduğu derdi sembolize ediyor. Dünyanın hızla değişen medya ortamında “ayakta durma” çabası...
Ayakta kalabilen kalır, kalamayan gider.
Ya ayaktasınız, ya da hiçbir yerdesiniz.
Bakın şu satıra kadar “gazete” sözcüğünü özellikle kullanmadım. Çünkü ziyaret ettiğim “Telegraph” aslında bir “gazete merkezi” değildi, 24 saat aktif bir “multi-platform”du.
Artık muhabir ve editörlerin aynı anda hem gazeteci, hem internetçi, hem de görsel-işitsel medya habercisi oldukları bir mecralar bileşeninden söz etmek gerekiyor.
O masa ki ona da masadan ziyade “platform” demek daha doğru, gazetenin değil, bu mecralar bileşeninin merkezini oluşturuyor.
Telegraph’ın devasa “haber merkezi”nin fotoğrafını çektim ve “tweet”ledim. Merak edenler @KadriGursel adresinden bakabilir.
Fotoğrafta habercilerin, bir dairenin çevresinden dikey açıyla bir ok gibi merkezdeki o “masa-platform”a uzanan “desk”lerde yan yana dizilerek oturduklarını göreceksiniz. O desk dizilerinin her biri, birer çoklu haber servisi aslında ve editörleri de okun başında, yani ucube masaya en yakın yerde oturuyor. Toplantı yapmak gerekiyorsa kalkıp iki adım ötedeki masanın etrafında konuşuyorlar ve sonra servislerinin başına dönüyorlar.
Ortama rahatsız edici bir sessizlik hâkim.
Dairenin dış halkasında çepeçevre ses kayıt ve multi-medya stüdyoları, toplantı salonları, güvenli telefon konuşmalarının yapıldığı küçük odalar var. İngiliz medyasının prestijli üyesi The Guardian’ı da ziyaret ettim. Telegraph’daki ayaküstü masası örneğindeki kadar radikal olmasa bile orada da benzer bir reorganizasyon söz konusuydu.
Guardian’daki modelin bir özelliği şu: Muhabirin yazdığı haber atlatma bile olsa önce gazetede çıksın diye bekletilmiyor. Haber anında web sitesine konuluyor; ardından takip eden günün gazetesinde artık bayatlamış bile olsa yer alıyor.
“Neden gazetenin satışını olumsuz etkileme pahasına böyle yapıyorsunuz?” diye sordum... “Özel haberi gazeteye saklasak bile durum değişmiyor çünkü gazete satışlarındaki düşüş artık istikrar kazandı” dediler. Önceliği internete veriyorlar.
2009’da ortalama 358 bin satan The Guardian, 2010’da 300’e, 2011’de 280’e ve içinde bulunduğumuz yılda da 215 bin ortalamasına gerilemiş.
Büyük Britanya’da gazete satışlarındaki tepetaklak gidiş sistemik ve kimse birkaç yıl sonraki durumun neye benzeyeceğini bilemiyor. Bu yazıda aktarmaya çalıştığım modellerin de geçici ve deneysel olduğunun herkes farkında.
Ada’yı sarsan telefon dinleme skandalı ve Wikileaks belgeleri örneklerinde olduğu gibi rekabetçi ve ciddi habercilik yapma azmini sürdüren The Guardian’ın belki daha az tedirgin olmaya hakkı vardır...
Ama herkes orada yaşamak için yeni teknolojilerin ters akıntılarına karşı inat ve hırsla yüzmeyi sürdürmek gerektiğini biliyor. Orada, ihtiyacı olan oksijeni özgür medya ortamından alan iyi gazeteciliğin, diri ve sağlıklı bir balık gibi yüzerek bunu başarma şansı tabii ki daha fazla.
Burada ise iktidar medyası, yemi elden verilen akvaryum balıklarını andırıyor; öteki medya da oksijensiz bırakıldığı için akıntıya karşı yüzecek mecalden yoksun.
